Yaşam

Birbirlerini yediklerini ve ‘Kızılcık Şerbeti’ içtiklerini söyleyenler

Televizyon dizilerindeki trendler her zaman ilgi çekmiş ve incelenmeyi hak etmiştir. Çünkü özünde bir nevi “toplum mühendisliği” projesidirler. Bazen toplumsal eğilimler buna göre belirlenir ve belirlenir, bazen de “ihtiyaçlar doğrultusunda” şekillenir. Bu “ihtiyaçlar” sürekli değişir: azalan birey, örgütlü şiddette, güvenlikte, arınmada, orta kesim diyaloğunda huzur bulur… Bir örnek verebiliriz. Yoksul ve otoriteye karşı savunmasız olan “küçük insan”ın kendini güçlü hissetme ihtiyacı mafya dizileri ile karşılanırken, bu medikal yapımlar trendden öteye geçen ve her zaman müşterisini bulan eserler olarak dikkat çekiyor. Ancak geniş kesimlerin güvenlik ihtiyacına hitap eden asker-polis dizisi, güneydoğudaki çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemde ortaya çıkmış ve zamanla konumunu sağlamlaştırmıştır. Bugün bu güvenlik dizileri hızla her ulusal kanalın yayın takvimine giriyor. Rehabilitasyon adı altında vekaleten itiraf edilen ve tavuk sakatatından katarsis yapan Gülseren Buğdaycıoğlu’nun öykülerinde arınma ihtiyacı karşılanırken, bu diziler yeni ucuz melodramlar olarak da dikkat çekiyor. Baskın aile dramaları Buğdaycıoğlu senaryolarını izlettiriyor bize. Aile-aileler ister mağdur ister baskıcı olsun ön plandadır ve bireyin iyileşmesini küme psikolojisine bağlar.

Bu tür diziler hala gündemde. Kemalettin Tuğcu’nun 90’lı yılların sonunda patlak veren öyküleri, 2000’li yıllarda edebi uyarlamalara evrildi ve bazı tarihi uydurmalar ve dönem eserleri görünür hale geldi. Bugün Buğdaycıoğlu’nun melankolik anlatılarının böyle bir hakimiyet kurduğunu, ucuz aşk yerine sancılı ilişkiler, bol travma ve “yanlışlıklar” görüyoruz. Buğdaycıoğlu, kıldan yapılmış ince bir boyun ile arabesk, huzursuz bir kadın inşa ediyor. Bununla birlikte, yeni trendler de bulunur. Mesela kutupları birbirine bağlayan, aşk üzerinden gönülleri buluşturan -yani fermanı yırtan- ve birleşince samanlığı izleyemedikleri halde yemek masasını kolay haber program stüdyolarına çeviren yeni diziler ortaya çıktı. ‘Ömer’ ve ‘Kızılcık Şerbeti’ bu serilerin öncüleridir.

devam edip etmeyeceğini göreceğiz. Yeni dönemde bu akımın kaderini yaklaşan seçim ve buna bağlı rejim sonuçları belirleyecektir. Dönem sonunda beceriksiz bir genç kız ile adaleli ve reklam ajansı sahibi bir yaz dizileri ekrana gelecek, “diyalog aşkları” yerini yaz aşklarına bırakacak ama önümüzdeki ekim ayının prestijiyle mevcut maneviyat dizisi statüsüne kavuşacak. de ortaya çıkacaktır.

TELEVİZYONDA YENİ TREND: DİYALOG AŞKLARI

Bundan sonraki süreçte ne olacağı bilinmiyor. Seçimler nasıl sonuçlanıyor, yaşama acısı toplumu nereye götürüyor? Dolar hangi seviyede fırlıyor ve kaslı ve sinsi bakışlı işverenlerine aşık olan beceriksiz kızlar ne kadar dikkat çekiyor? Şimdilik muamma…

Yazımızın konusu ‘Kızılcık Şerbeti’ ancak iki serinin ortak özelliklerini bir araya getirmekte fayda var. ‘Ömer’ ve ‘Kızılcık Şerbeti’ laik bir kadın ile dindar bir ailede büyümüş bir adamın aşkını konu alıyor. ‘Kızılcık Şerbeti’ evlilik vesilesiyle tarafların bağlarını daha önemli bir çerçevede ele alıp ailelerini kutuplar içinde sunarken ve belli ki ‘Ömer’ (ilk bölümlerden itibaren) biraz daha aşkın cazibesine odaklanıyor. aşkın farklı yönleri ve sınırsız doğası. ‘Ömer’ ile ‘Kızılcık Şerbeti’ arasında net bir ayrım vardır. ‘Kızılcık Şerbeti’nde muhafazakar aile; ‘Ömer’deki muhafazakar gencin ailesi, yerleşik, yerleşik mahalle muhafazakarları olarak tanımlayabileceğimiz çizgide ılımlı. Üstelik babası sözü söyleyen, imamlık yapan, sert duruşu olan dindar bir insandır. Her iki seride de köşeli ve güçlü figürler var ve bu figürler aslında anlatının ve çatışmanın bilinmeyen kurucuları.

KADIN HİSSESİNİ KAPTAN, ERKEK GÖMLEĞİNİ DEĞİŞTİRİN

Bu trend değerlendirmesinden sonra yazının asıl konusu olan seriye geçeceğim inşallah. ‘Kızılcık Şerbeti’nin kadına şiddete değinmesi ve özgürlük ilanına vurgu yapmasıyla daha çok konuşulduğu, bazı sahnelerinin olay olduğu, bazı bölümlerinin ise reyting rekorları kırdığı haftaları geride bıraktık. Dizi RTÜK tarafından cezalandırılırken beş hafta süreyle yayından kaldırıldı. Ayrıca cezanın kesildiği ilk haftanın akşamı dizi yerine ‘İslamofobi’ belgeseli yayınlandı. Böylece seyirciye ve iktidar tabanına dizinin nerede durduğuna dair bir açıklama yapılmış oldu. “Dizi İslami değerleri çarpıtıyor” türünden bir mesaj. Bu beş haftalık cezanın mevcut siyasetle doğrudan bir ilgisi var. Kesin bir cevap vermek zor ama yukarıda bahsettiğimiz “uzlaşma” politikasındaki bulanık durumun aşıldığı ve iktidar cephesinden cevabın gecikmediği söylenebilir. Bir bakıma ‘Kızılcık Şerbeti’, iki bölümü apolitik bir düzlemde yürütülen bir simülasyona sokmak yerine gerçek sorunları açığa çıkardı ve bedelini çabucak ödedi. Üstelik senaristler gönüllü olarak bu alana dalarlarsa, trend tezimiz de kısmen başarısız oluyor ve dizinin bir uzlaşma siyaseti izlemekten çok bağımsız anlatıyı desteklediği anlaşılıyor. Çıkış noktaları benzer olsa da yolda birbirlerinden ayrılarak farklı telaffuzlara başvurdukları görülmektedir.

‘Kızılcık Şerbeti’ basit bir aşk hikayesi değil, daha doğrusu bir çifte (Doğa-Fatih çifti) bağlı kalmıyor. Zamanla birçok çift devreye girer ve bir aşk fırtınası yaşanır. Dizilerde yan aşkların artması sürpriz değil ama Show TV’nin yapımında bir eşitlik var. Laik ve dinsel düzlemde ilerleyen, “Kalp fermanlara, zıt kutuplara, güncel siyasete hatta sınıf ayrımlarına bile kulak asmaz” diyen bir dizi ile karşınızdayız. Birçok vesileyle birçok ayrımı ortadan kaldırıyor olması, dizinin toplumsal gerilimlere sadece merhem olarak reçete edilmediğini, reyting amaçlı entrikaların yanı sıra her yönüyle helal olduğunu ortaya koyuyor. Son yirmi yılda türeyen, koca bir ekonomik çukuru kapatan, zenginlerin günahlarını affeden bir yaklaşıma tanık oluyoruz. Zengin dindarın eski ekonomik ölçeğini kaybetmiş laikler üzerinde kurduğu hegemonya aslında anlatıdaki aşkların da rehberidir.

Dizideki ana aşkta adam, dindar kesimin gücünü temsil eden düşmüş laik kesimden bir kadınla evlenir. Dindar kesimden bir kadın ise laik kesimden bir erkeğe gönlünü kaptırır. Bu evlilikte orta yolu bulan salih (Fatih) imajına rağmen, içsel bir hükmetme çabasına tanık oluruz. Laik erkek ve dindar kadın ilişkisinde erkeğin (Umut) “olduğu gibi” kabul eden ve kucaklayan bir konumda durduğunu görürüz. Sevdiği kadın için annesiyle yüzleşir. Ayrıca ilişkilerde laik taraflar genellikle anneleriyle karşı karşıya gelir. Bu durum kültürel anlamda dini kesimde erkek sözünün geçerli olduğunu gösterirken, laik kesimde kadının muhafazakâr yönünün ön plana çıktığı sonucunu vermektedir. Dizide aynı zamanda dindar kesimin hoşgörülü erkeği (Ömer), gömleğini çıkarıp yenisini giyen (Ömer) ile aklı başında ama yeri geldiğinde kavgacı kadının (Kıvılcım) ilişkisini de izliyoruz. laik kısım. Hegemonya kurma çabasına rağmen bir istikrarın da gözlendiği ve karşı tarafın bunu bozmayacak kadar eğildiği anlaşılmaktadır. Dindarların baskısının evlilik yoluyla karşı mahalleye taşındığı dizide iki tarafın da birbirinden kopamayacağı vurgulanıyor.

Ne var ki, tüm bu misafirperverlik uzlaşma şovu perdenin ortasında temel kimliğini kazanıyor ve değişen gömleklerin erkeklere, örtünmenin kadınlara ayrıldığı bu denklemde, eril politika yapıcıların ayak uydurma çabası anlatılıyor. politik bir anlamı olan, ancak bu siyaseti sürdürmek, kurucu değil, koruyucu ve kurtarıcı bir tarzda üstlenmek ve örtmektir. kalıyorum. Serideki gömleklerde erkeklerin her türlü tasarrufu var. O gömlekleri ya ütülerler, ya bahçeye asarlar, ya da yırtıp atarlar! Kadınlar ise bu bağlantılarda perdenin ötesinde teslimiyetçi bir konumdadır ve “doğru” yargısı acıya karışmaktadır. ‘Kızılcık Şerbeti’ bağlarda itiraz eden ama günün sonunda iyi arkadaş olan laik kadınları takdir ediyor. Bu hanımlar için bir parantez daha açmakta fayda var.

ÇOCUKLARINI DİNİ İTİRAZLARLA ELİNDEN ALINAN VE HALA AYSUN KAYACI

‘Kızılcık Şerbeti’nde laik annelerin kültürel geçmişleri ve sınıfsal aidiyetleri ne olursa olsun ön yargılı bir tavır sergilediklerini görüyoruz. Bebeklerini dindarlara kaptıran iki anne figürü öne çıkıyor. Doğa’nın annesi Sönmez ile Umut’un annesi Nalan, çocuklarının ilişkilerine şiddetle karşı çıkıyor. Sönmez daha seçkin bir çizgide, sanki bir bölümün sözcülüğünü üstlenmiş gibi… Orta sıra yakın olsa bile pazarlığa yanaşmaz, zayıflık belirtisi göstermez; Alttan alsa da inadından asla vazgeçmeyen, taviz vermeyen ve davulun dengesini arayan bir karakterdir. Bu nedenle Sönmez tam bir çevreyi temsil ediyor diyebiliriz. Muhtemelen “28 Şubat” bile… Çünkü Sönmez’in yönetme yeteneğindeki gerileme ekonomik göstergelerle de destekleniyor. Onun gidişiyle bir boşluk dolmuş, taşlar yerine oturmuştur. Aristokrat eğilimler sergileyen son İstanbulluların ya da sahte/’Yakın Doğulu’ burjuvazimizin yere düşen burunlarını kaldırmaması Sönmez’in küllerinde saklıdır. Nalan ise Sönmez’den daha popüler… Önyargıları daha basit, ekonomik şiddeti daha düşük, Sönmez geniş bir ailenin reisi… Liderliği şüpheli ama iyisiyle kötüsüyle koltuğu var. , ve Nalan’ın bir direğe yakın olmaktan başka çaresi yok. .

İki annenin yanı sıra Doğa’nın kız kardeşi Alev (İncil Uzmanı) da laik cephenin saldırgan yüzünü temsil ediyor. Alev, “rahatsız edecek kadar” kendine güvenen bir hanımefendi konumundadır ve bu konumu onun kendini tanıması, keskin çıkışları ve kışkırtıcı yaklaşımları belirler.

Dizinin laik hanımları çıkışları ve yaptıkları hareketlerle beyaz Türkçenin telafuzunu doldurmaya çalışıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse önemli bir arka plana sahip olmayan ve yakıştırma düzeyinden öteye geçemeyen bu telaffuz, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren süregelen ve Fatih-Harbiye’ye indirgenmiş bir kültür mücadelesinin Batılı taraftar tarafına işaret etmektedir. çatışma, aynı zamanda sınıf durumunu erteleme, yani cambaza baktırma. Beyaz Türk’ün tesettürlü kadınların iş hayatına katılımıyla alay etmesi ise ayrı bir detay. Nalan saf bir Beyaz Türk değilken, oğlunun sevgilisi Nursema’yı evinde görünce kendisini temizlikçi zanneder. Nursema’ya “Oğlumun evinde ne işin var bu durumda?” diye sorması, korkusu, şaşkınlığı, oğlunu kaybediyorum endişesi ve en kötüsü sınırların aşıldığı korkusu çekici.

“Onlar (karşı mahalleye) namuslu insanlar için büro çalışma hayatını yasaklıyorlar” mağduriyetine yönelik stilize bir sahnedir bu ama bilinçsizce bu yasağı uygulamaya çalışan ve çalışma hayatında hiçbir faaliyeti olmayan orta sınıf mensubu ancak bir destekçi, bir “destekçi” olun. Ama bu anne şüphe ve suçlamanın ortasında gelip gidiyor. Suçlandığı şey, yıllardır tartışılan bir mağduriyete, din bilgisizliğine yardım ve yataklık etmektir. Ayrıca bu anne şöyle düşünür; Kapalı bir kadının temiz olmaktan başka bir işte çalışamayacağını düşünür, bundan hoşlanmaz. Burada da bir Aysun Kayacı polemiği göze çarpıyor. Kayacı’nın “Oyum çobana mı birdir” sözü çok konuşulmuş, daha sonra bu kalıp dilimize çeşitli biçimlerde yerleşmiştir. Oyunun tek olmadığı kısım genellikle “cahil sürüsü” idi. Yıllarca beyaz bir atlet ve lastik topla tasvir edilen, seri numarası silinir gibi sınıfsal özü silinen, makarna-kömür kolaylığıyla incelenip, saç ve tüylere bastırılan cahil sürüsü, sığdırdı. AKP’nin muğlak “millet” tanımı. Siyasal iktidar bir yandan baş kahramanları krallık gemisine bindirirken, diğer yandan ötekinin sözcülüğünü üstlenerek gemiye bindirilen kıtaları muhalefetin karşısına koyuyordu ki bu belki de en ucuz siyaset yapma yöntemidir. ülke. ‘Kızılcık Şerbeti’nde laik teyzeleri biraz İzmir’den, biraz İstanbul’dan, biraz da Aysun Kayacı’nın cehaletinde çizebiliriz.

LAİKİN EN UZUN YİRMİ YILI YA DA EŞİT OLURSAK BARIŞABİLİR MİYİZ?

Bir diğer sahne ise yine çok konuşulan kolonya sahnesiydi. Bu kez zengin Müslüman ailenin evine konuk olduk, salondaki koltuk takımından kurtulduk. Konuğa kolonya ikram edildi ve ardından kolonyada alkol olduğu gerçeğiyle yüzleşildi ve dehşete düşürüldü. Bu irkilmeyi Umut’un annesininkiyle eş değerde görebiliriz. Diplomasi her salonda aynı şekilde işlerken, sınırlar her zaman titizlikle korunur. Kolonyanın tuz dökülerek etkisiz hale getirildiği sahne Türkiye’nin yakın siyasi tarihini de özetliyor. ‘Kızılcık Şerbeti’ kederini ifade etmek için ikonik sahneleri tercih etti. Bu sahnelerden birinde elbette ramazanın hassasiyetine değinilmiştir. Lüks bir restoranda “Oruç tutana saygı” tartışılır ve Kıvılcım, demokrasi ve ibadete eşit değer verilmesi gerektiğini savunur. Bir kez daha etkisizleştirme arayışını izliyoruz. Ve dizinin aklı başında laiklerinden biridir. Çılgın kişiliğine rağmen pazarlığa açıktır… Lüks bir bölümde tartışılan özgürlük ve ifade sorunu ‘Kızılcık Şerbeti’nin muhafazakarları son yirmi yılın zenginlikleri ile barıştırma amacını da ortaya koymaktadır. Sözde dindar ailenin “reisi” Abdullah Ünal, dini hassasiyetleri gözeterek kurduğu otel zinciriyle ne başka bir dünyaya gitti, ne de harika bir servete kavuştu! Dizinin Ramazan’ın hassasiyetini uzlaşmacı bir tavırla ele almaması ve bu zenginliği dini duygu ve çekinceleri kötüye kullanarak eleştirmesi dikkat çekiyor… Dini kısım kolonya bitti, laik kısım da Ramazan’da alkol tüketiyor. yine “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” ama alkol tüketenlerin turist olduğu çizgisinde. Ekonomik kabahatlerin reddi dizinin ana niyetini ortaya koyarken, “sevgi”nin önüne siyasi yönü koyuyor. fermana uymaz” ve diyaloğu gerçekçi, çatışma sözleşmeli bir çerçevede aktarmak. şöyle: ‘Kızılcık Şerbeti’, 28 Şubat telaffuzunu yeniden üreten, dindarların hala dışlandığı tezini ileri süren ve bu kez laiklerin insafına kalmış, çalışamaz raporu yazan bir yapım. İki taraf da 28 Şubat’ı yaşadığına göre artık barışalım mı?

ŞİMDİ BİRBİRİNİZİ YEYİN!

Nursema sorununa değinmeden yazımızı bitirmeyelim. Ceren Yalazoğlu Karakoç’un canlandırdığı Nursema karakteri, kadına yönelik baskıyı gözler önüne sermesi açısından çok konuşuldu. Dindar bir ailenin muhafazakar kızı Nursema, laik ailenin açık fikirli erkeği Umut’a aşıktı. Bu durum tespit edilince dava gecikmedi ve görücü usulüyle evlendirildi. Bütün dünyası deyim yerindeyse yıkılan Nursema, kocasına isyan etmiştir. Görücü usulü nikahı tamamlayan kişi, düğün gecesidir. Düğün gecesi gönülsüz evliliklerin adeta süzgecidir. Nursema bu filtreden geçmez, kalbi kaldırmaz. Penceredeki bayan kendini atacağını söylüyor. Yeni doğan kocası Nursema’yı yere serer. Nursema yoğun bakımda kalıyor. Buraya kadar televizyon dünyamız için normal. Sık sık gördüğümüz ve alıştığımız “mazlum kadın” tabloları. Ancak Nursema, ne olursa olsun, kırılan kolunu yeninin içine saklamaktansa, koynuna taş bastırmak yerine, iftar sofrasında ilk fırsatta duygularını haykırır. En çok da bunu doğru gören anne babasına kızıyor ve hayal kırıklığını dile getiriyor. Burada Nursema’nın “birbirinizi yiyin” çıkışı çok değerli ve muhtemelen dramın politik telaffuzunu farklı bir düzleme, bilinçte bir sıçramaya getiriyor. Nursema’nın dönüşü, kadınların tüm haklarını ortadan kaldırmaya çalışan siyasi iradeye karşı bir duruş olarak tanımlanabilir. Üstelik siyasi iktidar kendi mahallesinden, ama en çok da kendi sokaklarındaki fitneden bahsetmekten rahatsız olmuş olmalı. Aksi takdirde bu kadar çabuk böyle ideolojik bir karar almazlardı. Ya da siyasi ittifakını kendi başına yaklaşan seçimler için kuran iktidar, toplumsal çürüme eleştirilerini fırsat varken bastırmak isteyip tam cevap verdi ve bir fark olmayacağı söylendi.

**

‘Kızılcık Şerbeti’, birebir karşımıza çıkan ‘Ömer’ dizisi gibi bir değişimin habercisi. Barış, veda hatta intikam gibi tez pratiklerini karşılayamasa da bir diyalog arayışına denk geliyor mutlaka… Bu diyalog ise yükselen kadın hareketinden ilham alıyor ve teşhire kapı aralıyor. aile içi ikilemler. Ancak dizi, toplumsal çürümenin temel boyutunu, yani sınıfsal çelişkiyi ötelerken, erkeklerin ekonomisine zarar vermediği sisteme dokunmuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu